Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay ve Nevin Sungur, "Ada Rüzgarı 2 -13 Ada’dan 13 Yaşam Hikayesi" adlı kitabın üç yazarıyla bir araya geliyor.
Nevin Sungur: Herkese merhaba, Açık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programı başlıyor. Ben Nevin Sungur.
Derya Tolgay: Ben Derya Tolgay.
N.S.: 2024 giderek hız almaya başlıyor; Ocak ayını bitirdik, Şubat’ın da ortasını geçtik bile. Yılbaşından bu yana, maalesef yine ağır bir gündemle mücadele ediyoruz. Türkiye böyle bir yer. 6 Şubat depreminin bir senesi daha yeni dolmasına rağmen, baş edilemeyen, halledilemeyen ve hala çözülemeyen sorunlar, geçtiğimiz günlerde yaşanan ve göz göre göre gelen İliç faciası, beklenen İstanbul depremi meselesi, Adaların geleceğini etkileyebilecek yeni imar planları, yaklaşan yerel seçimlerin atmosferi...
Hiç azalmadan artan bütün bu yüklerden bugüne kadar Dünya Mirası Adalar programının içeriği de payını aldı. Ama bugün istedik ki bütün bu sorunlara biraz ara verelim ve içimizi rahatlatan, ruhumuza iyi gelecek bir şeyler konuşalım. Bugün, programımızda yeni basılan, daha dumanı üstünde bir kitaptan söz edeceğiz ve onun yazarlarını konuk edeceğiz. Bozcaada Mendirek Yayınları’ndan çıkan kitabın ismi Ada Rüzgarı 2 -13 Ada’dan 13 Yaşam Hikayesi. Yayına hazırlayanlar Mustafa Dermanlı ve H. Can Yücel. Derya, burada sözü sana bırakacağım çünkü yazarlarından biri de sensin.
D.T.: Nevinciğim, bu arada bugün 20 Şubat ve bugün birinci cemre havaya düştü. 27 Şubat’ta suya, 6 Mart’ta ise toprağa düşecek. Bizde de Mart ayında mimozalar açar ama bu sene biz insanlardan kaynaklanan iklim krizinden dolayı mimozalar bir ay öncesinden açmaya başladı. Tabii hemen, bu güzelim mimoza ağaçlarının saçını başını yolar gibi, çiçeklerini satmak üzere toplayan kişiler ortaya çıktı. Ben şimdi bir küçük anons yapmak istiyorum, mimozaları koparmayın, koparttırmayın ve satın da almayın. Bunu lütfen dostlarınıza da söyleyin çünkü mimozalar dalında güzel.
Ada Rüzgarı 2 -13 Ada’dan 13 Yaşam Hikayesi’nin yazarı olarak bizler, Cumartesi günü Kadıköy’ün hafıza mekanlarından birinin kapanışında buluştuk. Biraz hüzünlü bir vedanın burukluğu da vardı üzerimizde ama hep birlikteydik ve bu bize çok iyi geldi.
Ada Rüzgarı 2 -13 Ada’dan 13 Yaşam Hikayesi kitabı, Bozcaada Mendirek Yayınları’ndan yayınlandı. Hazırlanmasında Mustafa Dermanlı'nın çok emeği var. Mustafa Dermanlı, uzun senelerdir basılı olarak çıkan müstesna bir yayın organı Mendirek Dergisi’ni çıkarıyor. Bozcaadalılar da dergilerine çok güzel sahip çıkıyor. Mustafa Dermanlı kitabı Hasan Can Yücel ile birlikte hazırladı. Hasan Can Yücel de Adalı Yayınları’nda yazıyor.
Bu kitapta hangi Adalar var derseniz, hemen sayayım; Prens Adaları’ndan Büyükada, Heybeliada Burgazada, Kınalıada. Marmara Adası, Avşa Adası, Koyunadası, Paşa Limanı Adası, Ekinlik Adası, Bozcaada, Gökçeada, Cunda Adası ve Uzunada. Yazarları da şöyle sıralayabilirim; Kaya Budak, Günay Yurdakul, Çiğdem Kayaoğlu, Gönül İlhan, Osman Tamanoğlu, Nilay Çınar, Nihan Aydar, Alişan Şahin, H. Can Yücel, Gönül Karabolu, Mert Gülle, Uluç Hanhan ve bendeniz Derya Tolgay. Kitabın kapak tasarımını Öykü Akın LeVilain, düzeltilerini de Yaprak Aydın yaptı. Hepsinin emeklerine sağlık.
Ben konuyla ilgili Yeşil Gazete’ye de yazdım, arzu edenler göz atabilir. Biliyorsunuz, Facebook, Instagram, X gibi sosyal mecralarda da Dünya Mirası Adalar etkinliklerimizle ilgili görselleri, linkleri paylaşıyoruz. Buralardan da bizi takip edebilir ve iletişime geçebilirsiniz.
Bugün, Prens Adaları’ndan arkadaşlarımız sevgili Nihan Aydar, Alişan Şahin ve Çiğdem Kayaoğlu bizimle. Hoş geldiniz. Ben daha uzatmadan mikrofonu arkadaşlarımıza bırakayım ve Heybeliada'dan Nihan Aydar ile başlayalım. Sevgili Nihan, bu öyküyü nasıl kaleme aldın, yazarken neler düşündün?
Nihan Aydar: Heybeliada’da yıllardır çözülemeyen bir sorun olan Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi var. Ben de burası için mücadele edenlerden birisiyim. Can Yücel ile burada tanıştık. Öykü yazmaya beni o yüreklendirdi, ‘Hadi sen de bir öykü yaz, Heybeliadanı anlat,’ diye ısrar etti. Sonunda ben de yazmaya karar verdim. Çok doğaçlama gelişen bir öykü oldu. Burada yaz - kış yaşayanlar, oturanlar çok iyi bilir - son dönemlerde Heybeliada’nın doğal ve kültürel değerleri gün be gün yıpranıyor, giderek yok oluyor. Ben de hem Heybeliada’nın güzelliklerini, hem de olumsuzluklarını göz önüne sermek, kendi gözümden korunması gereken bir adayı anlatmak istedim. Böylece bu öykü çıktı ortaya.
D.T.: Sen, Hüseyin Rahmi Evi’yle ilgili uzun süredir çalışıyorsun. Gelişmelerden bizi de haberdar eder misin?
N.A.: İki seneyi aşan bir süredir Hüseyin Rahmi Gürpınar Evi’nin bir halk müzesi olması için mücadele ediyoruz. Bürokrasi duvarını nihayet aştık ve şimdi valilik eliyle restorasyon çalışmaları başladı. Aslında biz, burasının özelleşmemesini ve bir halk müzesi haline gelmesini istiyoruz. Şimdi restorasyon sürecini takip ediyoruz. change.org’da da bir imza kampanyası devam etmekte ve 20 bin imzayı aştık. Burası Türkiye, malum her an her şey olabiliyor. O yüzden de bu kültürel değeri ayağa kaldırmak için çok sıkı takip etmek, çok hassas davranmak ve mücadeleyi devam ettirmek gerekiyor. Umarım açıldığında hep birlikte bu müzeyi gezeceğiz.
D.T.: Çağrı tüm Türkiye'ye aslında yani sadece Adalılar değil, hepimizin sahip çıkması ve takipçisi olması gerekiyor. Peki, sevgili Çiğdem Kayaoğlu, bu Burgazada sevdan nereden geliyor, bize anlatabilir misin?
Çiğdem Kayaoğlu: Aslında ben mi Burgazada'yı seçtim, yoksa Burgazada mı beni seçti, bunu gerçekten bilmiyorum. Sanki Adaların böyle doğa üstü bir gücü var, her şeyden önce sanki istemli bir göç alıyorlar. Ben Burgazada için gerçek anlamda ona ihtiyaç duyan, paylaşmaya, iletişime açık, insan sevgisini içinde barındıran ama onu gösterdiği anda canını yakan insanlar yüzünden, sanki bir adım geri kaçan insanların adası diyebilirim. İlk geldiğimde Burgazada’ya karşı çok olumlu bir duygu hissettim, sanki beni kucakladı. Sonrasında da hiç yanılmadığımı fark ettim. Buradaki insanlar, aralarındaki iletişim bambaşka bir boyutta.
Burgazada’ya dışarıdan bakıldığında, sanki bir güvenlik sistemi varmış gibi gözüken, birçok evden oluşan bir site izlenimi yaratıyor olabilir ama aslında daha ötesi bir yer burası. Zaten Burgazada Mahallesi ya da Burgazada Köyü diye de geçiyor. Bu nedenle bizler için de köylü olma duygusunu tam olarak yaşadığımız bir yer Burgazada. İnsanların çoğu birbirini tanıyor ya da hiç tanımasanız bile, mesela yeni taşınmış biriyle çok rahat iletişime girebiliyorsunuz. Herkes birbirini sık sık gördüğü için, kimin neye ihtiyacı olduğunu biliyor mesela. Dolayısıyla sosyal olarak çok da yalnız hissetmediğimiz ama birbirimizi de çok fazla zora sokmadığımız ya da daraltmadığımız bir ilişki ağının içindeyiz.
Doğanın o pozitif etkisi, suyun o uyarıcı etkisi kendinizi çok iyi hissettiriyor. Örneğin, şehre inip geri geldiğinizde sanki bir tatil beldesine dönüyor olma hissi, akşam işten gelip denize girebiliyor olmanız... Bütün bunlar çok güzel, bütün bunlar Burgazadalılar için her an yaşanan ve inşallah da sonsuza kadar yaşanmasını dileyeceğimiz olaylar. Ama doğa katliamı, doğanın değiştirilmesi, Adaların imara açılması gerçekten çok can yakıcı. Gerçek anlamda nereye gittiğimizin, nerede yaşadığımızın farkında olmamız gerekiyor. Çünkü Adalar belki sürdürülebilir, İstanbul hayatının en örnek yaşamını sergilediği bir yer. Burgazada istemli göç alan bir ada, kesinlikle vizeyi kendisi veriyor. Sanki insan da o ruh halini görüyor ve onu kendine yakın hissettiriyor, buraya taşınma ihtiyacı duyuruyor. İnşallah bir gün burası bir açık hava müzesi olur. Her binanın önü kim, ne zaman ve hangi teknikle yapılmış, bunlar yazar. İnşallah bizler Adaları, hem onun huzuru, hem kendi huzurumuz için koruyabiliriz.
N.S.: Alişan Şahin, siz Kınalıada’yı yazdınız. ‘İstanbul'da Fildişi Kule’ başlığını taşıyan hikayenizde bir sürgün meselesi var, biraz bunu açabilir misiniz?
Alişan Şahin: Sürgün, bir fildişi kule zaten, öykünün isminden bakarsak da bu fark edilebilecek bir şey aslında. Özellikle son zamanlarda kentlerde yaşayan, daha fazla orta sınıftan insan, kırsal yaşama özlem duyuyor. Ben de bu kişilerden biriyim. Kentte büyüdüm ve 10 yıl önce İstanbul'dan Adalara yerleşmeye karar verdim. Kınalıada’ya yerleşmek, kentten kopup biraz doğaya daha yakın olarak kendimi konumlandırmamı sağladı. Bana, ‘Böyle bir kitap hazırlanacak, bir öykü yazar mısın?’ diye sorulduğunda aklıma ilk gelen Kınalıada’ya gelme hikayemi yazmak oldu. Öykümde Kınalıada’ya gelip yerleşmeyi daha çok romantize ederek anlattım. Daha önce başka metinler yazdım ama hiç öykü yazmamıştım ve bu yazma deneyimi benim için ilk oldu.
Ben, çocukluğumdan beri gelirim giderim Kınalıada’ya. İstanbul’dan ayrılmayı düşünmeye başladığımda, kentte büyümüş bir insan olarak İstanbul’dan kopamayacağımı da biliyordum. İşte Prens Adaları’nın böyle bir özelliği var; kentten kopmuyorsun ama aynı zamanda köy gibi bir yerde yaşıyorsun. Mesela, hep denizle haşır neşirsin. Ben burada yaz - kış yaşıyorum. Yazın kalabalığı olsa dahi, kışın sükuneti insanı çok daha başka bir şey veriyor. Bir şeyler yaratıp, bir şeyler yazıp edebileceksen, kendinle yoğunlaşmanı sağladığından dolayı çok daha verimli olabiliyorsun. Ben daha önceki tecrübelerimle, kent yaşamından tamamen kopmanın mümkün olmadığını idrak etmiştim. Bu anlamda mesela Kınalıada, İstanbul'a ulaşmanın en kolay olduğu adalardan biri. Hem şehirden kopmamak ama aynı zamanda şehrin dışında yaşamak duygusu, yerleşmek açısından bana cazip geldi.
Bir de doğa çok önemli. Kente yaşayan insanlar, doğadan tamamen kopmuş durumdalar. İstanbul'da 16 milyon insan yaşıyor ve yarısından fazlası deniz ve doğa ile iç içe değil. Hatta denizi görmeden yıllarını geçiren insanlar var, biliyorum. Adalara yerleşerek böyle bir konforu tercih etmiş oluyorsun, işin romantize edilebilecek tarafı bu. Burada yaşamak, yaşamı daha kaliteli bir hale getirmenin bir biçimi oluyor.
D.T.: Benim yazım Büyükada üzerine. Hafıza üzerine yazmaya çalıştım. Kitaptaki diğer hikayeleri okuduğumda, farklılıklarından çok ortak özellikleri dikkatimi çekti. Yani bu küçücük adaların hemen hemen hepsinde, gidenler, gitmeye zorlananlar ve onların yerlerine yerleştirilenler olmuş. Benim de öykümün başlangıcında İstanbul'da yaşadığım yerden, kentsel dönüşüm nedeniyle zorla göç ettirilmem var. Bir de orada da bir hafıza kırımı yaşandı. Tüm bir yaşam, geçmişe ait anılarımızla beraber yerle bir edildi. Adalarda gördüğüm, bir şekilde hafızanın, ekosistemin, yavaş ve sağlıklı yaşamın da hâlen korunuyor olması. Hafıza mekanları bizim için çok kıymetli. Bizleri var eden önemli yerler. Biz mekanlar üzerinden hatırlayabiliyoruz ve bu hatırlamamız sonucunda da bir yere ait olduğumuzu hissediyoruz. Geçmişimizi hatırlayabildiğimizde bugünü anlıyor, yorumluyor, sentezliyor ve haliyle geleceğimizle ilgili plan yapabiliyoruz.
Ben adaları araştırırken, National Geographic’in araştırmacı kaşiflerinden ve The New York Times’ın da yazarlarından uzun yaşam uzmanı Dan Buettner’ın bir yazısını okudum. Buettner, uzun seneler araştırma yaparak dünyadaki uzun ömürlü insanların yaşadığı yerleri inceliyor ve bu yerlere ‘Blue Zones’ yani ‘Mavi Bölgeler’ adını veriyor. Onun iddiasına göre, insanlar bu bölgelerde çok daha uzun yaşıyor ve bunların çoğu da ada. Dünyanın herhangi bir yerinde eğer insanların uzun yaşamaları söz konusu ise genellikle yaşam şartları hep aynı. Mesela oralarda insanlar çok yürür, bahçe işleri yapar, toprağı eller, çıplak ayaklarıyla toprağa basar, doğal beslenirler. Doğanın döngüsü ile yaşadıkları için stresi yönetebilirler. Huzurludurlar, aile ve sosyal bağları güçlüdür. Doğru arkadaşlara sahiptirler. Doğaya saygılı ve duyarlıdırlar. Böylece ömürlerini kısaltacak hastalıklara yakalanmazlar. Hakikaten Adalarda 100 yaşını devirmiş çok insan tanıyorum.
Ç.K.: Muhteşem bir şey değil mi Derya Hanım? Sanki Adalardaki yaşamı anlatıyor. Hepimizin dertleştiği, paylaştığı, olabildiğince neşeli zaman geçirdiği bir zaman dilimi Adalar. Öyle ya da böyle bir pozitif etki yaratıyor. Çünkü yeşilin sakinleştirici, mavinin uyaran etkisi var. Biz, tam olarak iki rengin arasında sıkışıp, psikolojik olarak tam dengeyi sağlayacak konumdayız. Ada kişinin kendini sakinleştirebildiği, duygusal olarak kendini fark ettiği bir yer diyebilirim. Çünkü kendimize dönme imkanımız var.
Geçenlerde bir arkadaşım Ada’yı ziyaret ettiğini ve sonra da koşarak kaçtığını söyledi. Ona, ‘Kendine dönmek, kendinle olmak sana rahatsızlık vermiş olabilir mi?’ diye sorunca bana şu cevabı verdi, ‘Ben burada kalmak istemiyorum çünkü ben zaten çok negatifim. Ada beni tamamen kendi içime döndürdü ve bu da beni korkuttu. Şehir bunun farkına varmamı engelliyor.’ O yüzden diyorum, Adalar istemli bir göç alanı. Bazı insanlar Adalara yerleşemiyor, yaşayamıyor çünkü burada yaşayabilmek için önce insanın kendiyle iletişim kurabiliyor, o dili oluşturabiliyor olması gerekiyor. Zannedersem şehirdeki herkesin ortak sorunu iletişim problemi yaşamak, kendini değersiz hissetmek, aidiyet duygusundan kopmuş olmak.
Ben Ada’ya her yeni gelen insana rehberlik yapmayı kendime bir görev olarak edindim. Yeni taşınmış kişiyle minicik de olsa bir sohbet yapıp, Ada’yla ilgili bilgi aktarımını onlara sunuyorum. Hatta onların da yeni bir şeyler üretebilmeleri için sosyal bağlantılar kurmalarına aracılık ediyorum. Çünkü onlar da istemli olarak buraya gelmişler, iletişime ve paylaşmaya açıklar. Bu da Ada için çok zenginleştirici bir şey.
N.A.: Hepimiz için sanırım ortak nokta Ada’ya büyük bir hayranlık, aşk, tutku ve bir koruma içgüdüsü içinde yaklaşmamız. Adalar bir yandan çok güçlü, bir yandan çok narin bir çiçek. O yüzden de onu gözümüzden sakınıyoruz. Ben sadece Heybeliada’yı değil, diğerlerini de mutlaka gezerim, hepsi bizim için aynı. Aslında asıl aşk doğal ve kültürel değerleri korumak, yaşatmaktır. Umarım korumayı başarabiliriz, ben umudumu hep koruyacağım.
N.S.: Yaptığınız bu pozitif düşünce ve yorumlar, Adaların ne kadar özel bir yer olduğunu tekrar hatırlatmak adına çok iyi geldi. Bu anlamda, Adaların mutlaka koruması gerektiğinin tekrar altını çizmek için söyleyeceğimiz bir şey bu aynı zamanda. Bu pozitif duyguyu korumak ve onu paylaşarak sürdürmek çok önemli. Yapılması gereken mücadelelerde bunu baz almamız gerekiyor belki de. Çok işimiz var. Şimdi seçimler yaklaşıyor, Adaların tepesinde çanlar çalıyor. Hep beraber, tam da sizlerin bahsettiği gibi bu kıymetler üzerinden güç birliği yapmak, bunu yaymaya çalışmak çok önemli. Çünkü Adalar hepimizin, sahip çıkmamız gerekiyor.
Ç.K.: Ben bir şey ekleyebilir miyim?
N.S.: Buyurun, tabii.
Ç.K.: Adalar göç alıyor, doğru. Bu ülkede bir çok olay yaşandı ve toplum sürekli yer değiştirdi. Yeni gelen insanlar da var ama sanki Adalar aynı zamanda olumsuzu olumluya döndürebilecek bir yermiş gibi geliyor bana. Dediğiniz gibi, Adalar bir çok problem yaşıyor ama aynı zamanda istemli göçün aktif olarak yaşandığı bir yer. Buraya istemli olarak gelen insanlar, aynı zamanda burayı hem korumak, hem de burada bir şeyleri paylaşmak ihtiyacı da duyuyorlar. Ada savunması sırasında gördüğümüz gruplaşmaların, arkadaşlıkların her birinin hepimiz için bir kazanca dönüştüğünü düşünüyorum. Bu aidiyet duygusuyla bizler gerçekten aktif hale geliyoruz.
Son olarak ben size çok teşekkür ederim. Burada sizinle olmak, böyle bir şansı vermiş olmanız beni çok mutlu etti. Arkadaşımın dediği gibi, buraya ait hissettirdi tekrardan. Emekleriniz için teşekkürler.
N.S.: Bunun altını çizmek hepimiz için çok önemli. Adalar için mücadele etmek için bu sahiplenme duygusu ve bunun yaygınlaştırılması çok önemli çünkü Adalar için gerçekten kritik bir noktadayız. Adaların kıymetine sahip çıkabilme gücünü birbirimizden almak zorundayız. Sadece Adalar’da değil, İstanbul’da, hatta bu ülkede yaşayan insanlar olarak da. Dolayısıyla hem yazdığımız öykülerle, hem bugün programımızda söylediklerinizle bunun altını çizdiğiniz için sizlere tekrar teşekkür ediyoruz. Şimdi önümüzde seçimler var. Bu güç ve bu sahip çıkma duygusuyla seçimlerde aday olan tüm siyasetçilere taleplerimizi iletmek ve bu taleplerin karşılığını elde etmek için yan yana mücadele edeceğimize inanıyorum. Sen neler söylersin Derya?
D.T.: Çoğu kez dediğimiz gibi, yine ‘Son İstanbul’ diyoruz ve bu ‘Son İstanbul’ sadece Adalıların değil, bütün İstanbulluların, tüm Türkiye'nin gelip şifalanacağı bir yer. Biz burada sadece birazcık muhafaza etmeye çalışıyoruz, yoksa Adalar hepimizin. Hafızayı korumamız gerekiyor.
Bir de şöyle bir önerim var; diğer adalardan arkadaşlarımızı da başka bir programa davet edelim. Sadece Prens Adaları‘nın öyküleri ilginç değil tabi, diğer tüm adaların öyküleri de öyle.
N.S.: Yazdığınız öyküler için hepinizin ellerine sağlık. Tekrar hatırlatalım, Ada Rüzgarı 2 -13 Ada’dan 13 Yaşam Hikayesi kitabı, bu konuya sahip çıkmak isteyen herkesin okuması gereken öyküler, hissetmesi gereken duygular, sahip çıkması gereken zenginlikleri barındırıyor. Şimdi programı kapatmadan önce, bir kez daha hep beraber söyleyelim isterseniz: Adalar hepimizin!
Konuklar: Adalar hepimizin!
N.S.: Hoşça kalın, dinlediğiniz için çok teşekkür ederiz.